Uzun süre sadece ezoterizmde dile getirilen bu enerji merkezleri ile bilimsel çevreler de yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Batı dünyasındaki “ley hatları” olarak son yıllarda gündeme gelen konu, kutsal coğrafik merkezlerle ilgili bilinmeyenlere ışık tutmuştur. Batı dünyasının ley hatları adını verdiği akışkan özellikli birtakım enerji kanallarıyla yeryüzünün örülmüş olduğu bugün için artık kesin olarak bilinmektedir.
Dünyada fiziki ve pisişik enerjinin yoğun olduğu bölgeler:
1- Orta Asya. Özellikle de Tibet. Gobi ve Doğu Türkistan üçgeni arasındaki kalan bölge.
2- Mısır.
3- Orta Amerika-Yucatan. (Meksika)
4- Arjantin’in Kuzey bölgesi.
5- Anadolu.
Mitolojilerde geçen kutsal ırmaklar, aslında bu ley hatlarını yani yerküre şakralarının haritasını ifade eder. İşte bu haritayı gayet iyi bilen ve ley enerjisinden psişik ve fiziki faaliyetlerde yararlanabilen eski halklar kıtalarından göç etmek zorunda kaldıklarında, rastgele yerlere göç etmemişler, bu enerjinin yoğun olarak olduğu bölgeleri tercih etmişlerdir. Anadolu’da birçok yer; Urfa, Efes, Bursa’daki Uludağ, yedi tepeli şehir İstanbul’un belirli bölgesi hep bu kutsal coğrafyanın belirli noktalarına denk gelen merkezlerdi. Bunlardan hangisinin halen işlerliğini sürdürdüğü bilinmiyor. Ancak bilinen bir gerçek varsa irili ufaklı birçok merkezin halen dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmaya devam ettiğidir.
Yunanistan’ın Delf kentinde kurulan ünlü Apollon Mabedi’nin bulunduğu bölge “spiritüel coğrafya”da çok önemli bir merkezdi. Pisagor’un inisiyatik öğretisini sürdürdüğü bu mabetten dünyanın hemen her yanına büyük manyetik-psişik enerjiler dağılırdı. Bir zamanlar önemli bir kehanet merkezi olarak da işlev görmüş olan mabedin bugünkü kalıntıları bile muhteşemdir.
Ezoterik bilgilere göre, Mısır ve Tibet gibi eski uygarlıklar bu ley enerjilerinin geçtiği hatları biliyorlar ve bu hatların geçtiği yerlerde ve özellikle de bu hatların kesiştikleri noktalarda mabetlerini inşa ediyorlardı. Piri Reis’in haritasındaki güneş ışınlarını andırır çizgilerin de sözünü ettiğimiz bu ley hatlarından bazılarını gösterdiği tahmin edilmektedir.
Eski Hint ezoterizmine göre dünyamızda da insan bedenindeki gibi yedi çakra yani enerji giriş ve dağılış noktaları vardır. Bunlar ley hatlarının kesişme noktalarıdır. Bunların yerleri belirlidir. Bazen biri bazen de diğerleri daha etkin bir duruma geçebilir.
Burada, tufanlar öncesi uygarlıklar açısından bilmemiz gereken bir diğer nokta da şudur ki; eski devre ait insanlar taşlara tapmıyorlardı. Taşların sihirli gücünden yararlanmaya çalışıyorlardı. Bu bağlamda, ezoterizmde taşların sınıflandırıldığı dört ana grup da bilinmelidir:
1- Atlantisliler’in özel işlemlerden geçirdikten ve biçimlendirdikten sonra enerji santrallerinde kullandıkları nadir kristaller ve çok farklı bir maddesel yapıya sahip olan özel taşlar.
2- Tufan’dan sonra bizim devremize ait uygarlıkların inisiyatik merkezlerindeki mabetlerde yer alan psişik çalışmalarda kullanılan, kökenleri bilinmeyen ve günümüzde kayıp durumdaki taşlar. Bu taşlardan bazılarının kozmik kökenli, bazılarının ise Atlantis kökenli olduklarını ve bizim devremizin ortalarına doğru bazılarının yeryüzünün belirli yerlerine gizlenmiş oldukları söylenir. Kabe’deki Siyah Taş ve İstanbul’a yerleştirildiği söylenilen ancak nerede olduğu bugün için bilinmeyen gizemli taş bu grupta değerlendirilmektedir.
3- Günümüzde mevcut olan değerli taşlar ve kristaller. Bunlar da doğru kullanıldığı takdirde canlılar üzerinde önemli etkilerde bulunduğu yapılan deneysel çalışmalarla ispatlanmış durumdadır. New Age yaşam kültüründe bu çalışmaların önemli bir yeri vardır.
4- Değersiz taşlar kendiliklerinden özel bir enerjetik yayınları olmayan, ancak ley hatları üzerine dikildiklerinde belirli bir büyüklükte olmak koşuluyla yerkürenin telürik enerjisiyle ilgili bir etkinlik meydana getirebilen taşlardır.
Çiftçilik ve diğer yaşam tarzları binlerce yıl boyunca doğa güçleri ve devirleri tarafından yönetilmiştir. Çok uzun bir süre doğanın güçleri ve devirleri hakkında bilgisiz kalan insanlar, bazıları hala ayakta olan devasa anıtlar yaparak korkuyla karışık derin bir saygıyla bu güç ve devirleri tanrısallaştırmışlardır.
Ley hatları; farklı araştırmacılar tarafından “dünya enerjisi”, “telürik enerji”, “küresel biyoenerji” gibi isimler verilen yerkürenin manyetik gücünden farklı ve dünyayı, yerküre üzerindeki belirli doğrusal çizgilerle dolaştığı varsayılan, bir enerji türüdür. Yazılı en eski tarihi kayıtlardan biri olarak kabul edilen eski Çin yazıtlarında “kun-mei” olarak isimlendirilmiştir.
Henüz tam olarak niteliği anlaşılamamış olmakla birlikte bu enerjinin canlı ve cansız maddeler üzerinde önemli fiziki ve psikolojik etkiler meydana getirdiği istatiksel verilerden elde edilen gözlemlere dayanılarak fark edilebilmiştir. İnsan zihni üzerindeki etkileri çok yoğun olan bu enerjinin özellikle pisişik enerjiyle büyük bir etkileşim içinde olduğu, hatta psişik çalışmalarda bu enerjinin başarıyı artırıcı bir fonksiyon gördüğü ileri sürülmektedir.
Yerküre gizemleri araştırmaları ortaya çıkışını Alfred Watkins’in 1920’lerde yaptığı çalışmalara borçludur. Watkins, İngiltere topraklarını gezerek gizemli taş anıtlarla ilgili incelemeler yapmış ve “ley” teorisini ortaya koymuştur. Watkins’in sözünü ettiği leyler; kilise, mezar ve Stonehenge gibi taş yapıları birbirine bağlayan görünmez birtakım yollar ya da çizgilerdi. 1960’larda ley araştırmaları yeniden gündeme geldi ve diğer gizem araştırma dallarına dahil oldu. Böylece yerküre gizemleri araştırmaları doğmuş oldu. Özellikle Avrupa’da güç sahibi olan bu araştırma alanında günümüze kadar önemli gelişmeler kaydedilmiştir.
İngiltere’de özellikle dev taş çemberlerin ve megalit adı verilen taş yapıların inşa ediliş nedenlerinin bulunabilmesi için yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bazı deneyler sonucu, özellikle güneşin doğuşu sırasında, muhtemelen bu taş yapıtlardan yayılan birtakım ultra-sonik ve radyasyonik etkiler tespit edilmiş ve hatta gelişmiş birtakım cihazlarla bunların ölçülmesine çalışılmıştır. Ayrıca ziyaretçiler tarafından taş anıtların bulunduğu alanlarda bazen elektrik şokuna maruz kalma ve değişik bilinç durumlarına geçme gibi etkilerin yaşandığı bildirilmiştir. İngiltere’de yerküre gizemleri araştırma gruplarının düzenlediği “moot” adı verilen toplantılarda pek çok insan bir araya gelip konuşmalar ve tartışmalar yaparak bu fenomen hakkındaki son bilgileri öğrenmektedir.
1960’larda bu alanda derin araştırmalar sonucu bir dönem, leylerin dünya biyosferindeki enerji çizgileri, yani gezegenin kendisi tarafından oluşturulan enerji yolları olduğu düşünülmüştür. 1980’lerin başlarında, Arkeoloji Enstitüsünde araştırmalar yapan bir inorganik kimyacı olan Dr. Don Robins, birçok şeyin yanı sıra, taşlardan yapılmış dairelerin (örneğin, Oxfordshire bölgesindeki Rollrights taşları) doğal güç alanları ihtiva ettiğini keşfetmiştir. Ayrıca gece ile gündüzün eşit olduğu mart ve ekim aylarında, güneş görünsün veya görünmesin, taşların düzenli biçimde yüksek frekanslı işaretler yaydığı ortaya çıkarıldı. Yıl, gündönümlerine yaklaştığında, işaretler kaybolmaktadır. Dr. Robins ve ekibi tarafından gözlenen bir diğer ilgi çekici fenomen, dairenin dışındaki doğal radyoaktivite seviyesinin, her zaman, dairenin içindekinden yüksek olmasıdır. Ayrıca kozmik radyasyonu dışarıda tuttukları da bulundu; bu da gösteriyor ki, ya taşların daire şeklinde oluşumundan dolayı ya da daire içinden geçerek yeryüzünden yayılan doğal enerji sonucu, bir çeşit koruyucu kılıf oluşmuştur. Dolayısıyla, bu göstergeler; jeolojik fay çizgileri, bu dairelerin mevkileri ve elektromanyetik radyasyon arasındaki ilişki bakımından önemlidir.
Gözle görülmemekle birlikte, tıpkı çeşitli değneklerle toprak altındaki su kaynaklarının bulunmasında olduğu gibi, varlıklarının çeşitli belirtilerle sezilebileceğine inanılmıştır. Araştırmacılar ley teorisinin, Çinlilerin “feng şui” (ejderha yolları) kavramıyla önemli ölçüde benzeştiğini ortaya koymuşlardır. Bu ikisi ayrıca akupunktur literatüründe adı geçen “şakra” kavramıyla da büyük benzerlikler göstermekteydi. Vücudun bazı kilit noktalarına uyarıcılar yerleştirip beden enerjisini harekete geçirmek suretiyle rahatsızlıkların giderilip sağlığın geliştirilmesi esasına dayanan akupunktur yönteminde adından söz edilen “vücut enerji yolları”nın, ley çizgilerinin küçültülmüş halini andırması oldukça dikkat çekiciydi. Benzetme yoluyla eski insanların, yaşadıkları toprağın enerji alanına pozitif bir etki yapabilmek için ley çizgilerinin belirli noktalarına megalitler yerleştirmiş oldukları düşünülebilir.
Gezegenimizi enlemesine ve boylamasına geçtiğine inanılan akışkan enerji damarları olarak düşünülen (Keltler tarafından “peri hatları” diye adlandırılan) ley hatları, bu bölgeleri birbirine bağlıyor gibi görünmektedir. İlginçtir, bu ley hatlarının, taş dairelerinde birbirlerini kesen fay hatlarının paralelinden geçtikleri anlaşılmıştır. Eğer bu böyleyse, bu bölgelerdeki elektromanyetik enerji ve onun sonucu olan atmosferik fenomenlerin, çevre bölgelerden daha güçlü olma olasılığı vardır.
Fenomenlerin çoğu geçmiş zamanlarda UFO’lara bağlandı ve benzeri olayların ortaya çıkışlarının, elektromanyetik alana etki eden jeofiziksel düzensizliklere kadar izleri sürüldü. Bu alanın etkisinin, kapladığı alanda yaşayan veya buradan geçen insanlarda halüsinasyonlar görme veya psikokinezi (PK) oluşturma biçiminde etkilerde bulunduğu görülmüştür. Uzun zamandan beridir araştırmacılar, dikili taşlar veya diğer megalit yapılarının bulunduğu bölgelerde, garip parlayan, ışıltılı fenomenler gördüklerini iddia eden tanıklardan bilgi topladılar. Bu görgü tanıklarından bazıları fenomenin, bir çeşit telepatik tepki doğurduğunu ileri sürdüler. Yani zihninsel istek üzerine, fenomenin parlaklığının kısılması, hatta fenomene son verilmesi gibi. Ancak Gaia hipotezine önem verecek olursak, bu şaşırtıcı değildir çünkü bu hipotez, yeryüzünü kendi başına yaşayan canlı bir organizma olarak düşünmektedir. Hatta taraftarlarının bazıları, Gaia’ya, evrimimizin bu noktasında sahip olduğumuza eşit veya daha fazla zekâ seviyesi atfetmişlerdir.
Araştırmacı Brinsley Le Poer Trench’ in bu konuya dair yorumu şöyledir; ” İngiltere’nin tam kuzeyinde, belirli bazı yerler vardır ki bunlar kutsal diyebileceğimiz yerlerdir ve her zaman için bu anlamda yerler olagelmişlerdir. Bunların hepsi de Hristiyanlıkla ilgili değildir. Ondan önce Druidlerce ya da daha önceleri belki de Atlantisliler ya da Uzaylılar tarafından kullanılmışlardır. Hristiyan kiliselerinin çoğunlukla tepeler üzerine inşa edildiğini görürüz ki, bu tepelerin değişgen ölçeklerde manyetik merkezler olmaları iht;- mali vardır. Şimdi bu da beni “ley hatları” ile ilgili soruya getiriyor. Birkaç yıl önce Alfred Watkins adında amatör bir arkeolog “Dümdüz Uzanan Eski iz” adlı bir kitap yazdı. Bu adam, kara üzerinde boydan boya uzanıp doğrudan tepelere çıkan böyle izlerin bulunduğunu ve bunların ateş kuleleri, dikili taşlar, kayın ağacı kümeleri, vb. ile işaretlendiğini keşfetti. UFO’ların çoğunlukla bu “ley hatları” üzerinden doğru uçtuklarının rapor edilmesi dikkate değer. Nitekim, son yıllarda bu ülkede bir “ley hatları avcıları” kulübü kurulmuştu. Hattâ, “Ley Hattı Avcısı” adlı, “ley hatları” hakkındaki herşeyi kaydeden bir dergi de vardır. Warminster’de kesişen 13 adet “ley hattı” bulunmasıda oldukça ilginçtir. Bazı Ufolojistler bu “ley hatlarının binlerce yıl önce, belki de uzaydan gelen kişilerle doğrudan temasta olduğumuz zamanlar yaratıldığını ileri sürüyorlar. Bu hatların, çok sonradan görülen teneke tüccarlarınca kullanılmaları onların faaliyeti için yapılmış yollar olmalarını gerektirmez. Ancak, bu hatlar aslında UFO’ların izlemeleri için yapılmıştır ve belki de toprağın belirli kesimlerinde UFO’ların kullanabildikleri bazı kristal maddeler vardı. Tabii, bu sadece bir tahmin, fakat üzerinde epeyce düşünülmüş bir tahmin. Yine de UFO’ların “ley hatları” boyunca uçtukları şüphe götürmez. Bu biraz da bizim uçaklarımızın bir süre için kör uçuş yapmalarına benziyor. “
Günümüzde yerküre araştırmacılarının pek çoğu, ley teorisinin eksik ve hatalı yönleri olduğunu düşünmekte ve yeni araştırmalara girişmektedirler. Bu bağlamda incelenen konulardan biri şamanlardır. Bilindiği gibi şamanlar pek çok eski kültürde maddi alemle ruhsal boyut arasında iletişim kuran insanlardır. Çeşitli kaynaklarda şamanların, ölen herhangi bir kabile üyesine, ölümün ardındaki “ruh yolu”nda bir süre eşlik ve rehberlik ettikleri söylenmektedir. Ne ilginçtir ki, günümüz bazı araştırmalarında da ortaya çıktığı gibi, çeşitli nedenlerle ölümle burun buruna gelen ya da öldüğü sanıldığı bir anda tekrar yaşama dönen insanların pek çoğu, ölüm anında insanın bedeninden çıkarak yükseldiğini ve huzurlu bir şekilde tünele benzer bir yoldan geçtiğini dile getirmektedirler. Bu alanda hala devam eden çalışmalar, yerküre gizemleri araştırmalarında, geleneksel arkeolojik ve mitolojik araştırmaların spiritüel fikirlerle nasıl harmanlandığını gayet iyi göstermektedir.
Zaman Kapsülü :
Zaman kapsülü şöyle tarif edilmiştir: “Uzak gelecekte araştırılması için, içinde, modern kültürün eşyalarını ve kayıtlarını koruyan mühürlü bir kap.” Buradaki anlamı ile zaman kapsülleri, yalnızca, tarihçi ve antropologlar tarafından genelde kabul edilen insanlık tarihini ilgilendiren bilgiyle ilgili görülecektir. Fakat zaman kapsülleri, örneğin tarih öncesine bağlı çok uzak türden bir bilgi içeriyorlarsa veya bizim dünyamızla irtibat halinde olmayan ve zaman bölgelerini işgal edebilen başka dünyalarla ilgili bilgi içeriyorsa, ne olacak?
“Bantlar” veya “diskler” gibi maddi nesnelerin geçmişten hatta gelecekten bilgi edinilmesi için kullanılması konusunda, bilim adamları ve metafizikçiler tarafından değişik hipotezler ileriye sürülmüştür; eski zaman taşları bu listede en üsttedir. Tarih öncesi kültürlerin büyük taşlarının (megalitlerin), jeofiziksel faylar içerdiğinden şüphelenilen bölgelere -bu bölgeler, yeryüzünün altında değişik türden kayaların bulunduğu yerlerdedir- dikilmiş olması gerçeği, birçok insana, bu taşların ta kendilerinin zaman kapsülleri olduğu konusunda ilham vermiştir.
UFO meraklıları, yeryüzünün elektromanyetik alanındaki düzensizlikten ortaya çıkmış türden fenomenlere tek tanık olan insanlar değildir. İkinci Dünya Savaşı esnasında pilotlar, düşünce gücüne tepki gösterdiği görülen benzer fizik ötesi tezahürler tarafından rahatsız edildiklerine tanık oldular. Öyleyse belki de, taşların kendileri değil de, dikilmiş bulundukları yerler zaman kapsülüdürler: Eski çağ insanları bizlerin bugün olduğumuzdan çok daha az sol beyin yönlendirmesindeydiler ve zihinlerini, içgüdüsel ve sezgi yolu ile kullanmaya, modern insandan çok daha fazla eğilimliydiler. Belki de Gaia’nın bedeni, yani dünya üzerindeki hassas noktaların varlığından daha fazla haberdardılar ve ibadet yerleri veya yalnızca kutsal yerler olarak işaretlemek üzere buralarda, taştan yapılmış ibadet yerleri inşa ettiler.
Kaynaklar:
1- Emrullah Tekin- X Files, Gizli Parapsikolojik Araştırmalar.
2- Murry Hope-Zaman Enerjisi
3- Ergun Candan- Antik Mısır Sırları
4- Uzaylılar, Genel Bilgiler – Bilim Araştırma Merkezi.
Gayet güzel makale…. 🙏